İnsanı
yollara düşüren yolun sonu değil, yolun kendisidir bazen. Belki de sadece gitme
düşüncesini seviyorumdur, gitmeyi kalmaya tercih ediyorumdur çoğu zaman.
Bundandır ki hayatın bana zor gelmeye başladığı zamanlarda kaçma dürtüm uyanır.
Zamanı bir süreliğine durdurup kendimi dinlemek isterim, ta ki hayata geri
dönecek gücü kendimde bulana kadar. Her ne kadar istesem de benim zamanı
durdurma gücüm yok, ancak yolların var. Yoldayken hayat durur benim için, anı
yaşama heyecanı bana zamanı neden durdurmayı istediğimi unutturur. Kendimi
bulmaya en çok da yollardayken yakınımdır, çünkü yolculuklar bana gerçekte kim
olduğumu hatırlatır. Yollar bazen hayatın hırçın denizlerinde sığınacak bir
liman, bazen de doğaya kaçış hayallerimin öncüsüdür benim için. Yollarla ilgili
bu karmaşık düşünceler arasında kaybolduğum bir filmin etkisinden aradan aylar geçtikten
sonra bile çıkamıyorum. Hayat öyküsünü hayranlıkla izlediğim Christopher
McCandless’ı konu alan ve her aklıma geldiğinde yollara düşme isteğimi
alevlendiren film ise Into the Wild (Yabana Doğru) oluyor.
Üniversiteden
mezun olduktan sonra Amerika’da şehirler arası seyahate başlayan berduş
McCandless’ın tecrübelerinin yansıtıldığı Into the Wild, en sevdiğim
filmlerin de başında geliyor. Filmi bana bu denli sevdiren ise ana karakterin
film boyunca yaşadıklarıyla izleyiciye özgürlük duygusunu sorgulatması oluyor.
İsteklerimizi gerçekleştirmediğimiz, hayallerimizin peşinden koşmadığımız bir
dünyada özgür müyüz gerçekten? Film beni sorularla baş başa bırakmakla birlikte
benim bu hayatta yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımı tecrübe eden birilerinin
var olduğunu göstererek de kendini sevdiriyor. Belki de birçoğumuzun heveslendiği
ancak cesaret edemediği doğaya kaçışı konu alarak hayattaki önceliklerimi sorgulatıyor
bana. Into the Wild, çoğu kişinin derinlerde hissettiği bu gitme
isteğinin hayata geçirilebileceğini kanıtlarken bunun biraz cesaretle mümkün
olabileceğini ve bu kaçışın geç kalmışlık duygusuyla engellenemeyeceğini
vurguluyor, çünkü insanın içinde hayallerini gerçekleştirebilecek güç varsa
hiçbir zaman geç değildir ve “Yalnızca çok uzağa gitme riskini göze alanlar,
yaşamda nereye kadar gidebileceklerini öğrenebilirler.”
Zaman
zaman hırçın denizlerle olan kavgamı bırakıp güvenli limanlara sığınma isteği
uyanıyor içimde. Hayatın hızlı akışında çoğunlukla dinleyemediğim duygu ve
düşüncelerime kulak kabartıyorum böyle zamanlarda. Her şeyi arkamda bırakıp
yeni hayatlara yelken açma gibi kıyıda köşede kalmış hayallerimin yükselen
seslerini dikkatle dinliyorum, çünkü hayatta olduğumu en çok yollardayken
hissediyorum ve hayatı yaşamaya değer kılan ne varsa yollarda buluyorum.
Bilinmezliğe doğru yürümenin, yeni yerler keşfetmenin, farklı kültürlerle ve
insanlarla tanışmanın beni heyecanlandıran tarafı filmle birlikte canlanıyor.
Bu noktada hayatımı değiştirmek için her zaman bir şansım daha olduğunu hatırlıyor
ve şu an olduğumdan daha özgür olabileceğimi fark ediyorum. Kendi doğaya dönüş
öykümü henüz yazamamış olsam da McCandless’ın öyküsü bana bu konuda cesaret
veriyor. Belki bir gün ben de her şeyi göze alıp bu yola çıkabilir ve benliğimi
bulma uğruna yollarda kaybolabilirim diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.
Özgürlük
yalnızca dört duvar arasına kısılıp kaldığımızda aklımıza gelen bir kavram
olmamalı, çünkü özgürlük fiziksel bir kısıtlama demek değildir her zaman. Ümitsizliğe
kapılıp da gerçekleştiremeyeceğimizi düşündüğümüz hayallerle istemediğimiz bir
hayatı yaşayarak da özgürlüğü kendi ellerimizden alıyoruz bazen. Yaşayabileceğimiz
başka hayatların da var olduğunu görmezden gelerek kendimizi sıradan bir hayata
mahkûm edebiliyoruz. Oysa özgürlük düşüncelerle gelir, hayallerinin peşinden
koştukça özgürdür insan. Yapamayacağını sandığı şeyleri yaparak ve kendi gücünün
farkında olup istediği yolda yürümeye devam ederek zincirlerini kırabilir ancak.
İşte Into the Wild bu noktada bana özgürlük kavramını
sorgulatarak gerçek özgürlüğe hayallerimin peşinden koşmakla ulaşabileceğimi
gösteriyor. Film aynı zamanda hayallerime giden yolda yürüyebilmemin ise
yalnızca içimdeki gücü fark etmekle mümkün olduğunu vurguluyor, ne de olsa “Yaşamda
asıl önemli olan ne kadar güçlü olduğun değil, kendini ne kadar güçlü
hissettiğindir.” Eğer hayaller yollara düşüp kendini bulmaksa özgürlük ancak bu
yolda kendi gücünün farkında olarak yürümekle bulunabilir.
Film
bana mutluluğa ve özgürlüğe her zaman ulaşılabileceğini de düşündürtüyor aynı
zamanda. İnsan, kendini karamsarlığa iten geç kalmışlık duygusundan sıyrılarak
istediği yolda yürüyebilir, hayallerini gerçekleştirebilir ve özgür olabilir. O
yollar sadece bizim yürümeye gönüllü olduğumuz yollarsa çiçeklenir çünkü,
istemediğimiz bir hayatı yaşamak taşlarla dolu bir yolda çıplak ayakla yürürcesine
acı verir bizlere. O çiçekli yollara dönmek için hiçbir zaman geç değil, yeter
ki insan kendinde o hevesi bulabilsin ve hayallerinden vazgeçmesin, çünkü hayatın
anlamı yalnızca hayallerinin peşinden koşan insanlar tarafından anlaşılabilir.
Into
the Wild bana fiziksel olarak özgür olmamın gerçek özgürlük
olmadığını fark ettiriyor. İsteklerimin peşinden koşmanın ve hayallerimi gerçekleştirme
arzusuyla yola çıkmamın beni özgürlüğe ulaştıracağını filmle birlikte fark
ediyorum. Benim için özgürlük tıpkı McCandless gibi yollara düşmekten geçiyor ve
bunu gerçekleştirme arzusunun hep içimde yanacak olan bir ateş olduğunu
biliyorum. Daha çok başında olduğum bu hayatta, hayallerimin iplerine sıkı sıkı
sarıldığım sürece mutlu ve özgür olabileceğimi fark ediyorum, çünkü biliyorum:
“Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır, bomboş sahillerdeki coşkudadır, insan
elinin değmediği bir yerdedir, denizin diplerinde ve gürlemesindedir.”
- Penn, S. (Yönetmen). Hirsch, E., & Vaughn, V. (Oyuncu). (2007). Into the Wild [Sinema Filmi]. Paramount Vantage.
- https://www.dr.com.tr/Kitap/Yabana-Dogru/Edebiyat/Roman/Dunya-Roman/urunno=0000000302156