18 Haziran 2020 Perşembe

Yolların Özgürlük Çağrısı


D&R - Kültür Sanat ve EÄŸlence Dünyası               Into the Wild - film 2007 - Beyazperde.com

İnsanı yollara düşüren yolun sonu değil, yolun kendisidir bazen. Belki de sadece gitme düşüncesini seviyorumdur, gitmeyi kalmaya tercih ediyorumdur çoğu zaman. Bundandır ki hayatın bana zor gelmeye başladığı zamanlarda kaçma dürtüm uyanır. Zamanı bir süreliğine durdurup kendimi dinlemek isterim, ta ki hayata geri dönecek gücü kendimde bulana kadar. Her ne kadar istesem de benim zamanı durdurma gücüm yok, ancak yolların var. Yoldayken hayat durur benim için, anı yaşama heyecanı bana zamanı neden durdurmayı istediğimi unutturur. Kendimi bulmaya en çok da yollardayken yakınımdır, çünkü yolculuklar bana gerçekte kim olduğumu hatırlatır. Yollar bazen hayatın hırçın denizlerinde sığınacak bir liman, bazen de doğaya kaçış hayallerimin öncüsüdür benim için. Yollarla ilgili bu karmaşık düşünceler arasında kaybolduğum bir filmin etkisinden aradan aylar geçtikten sonra bile çıkamıyorum. Hayat öyküsünü hayranlıkla izlediğim Christopher McCandless’ı konu alan ve her aklıma geldiğinde yollara düşme isteğimi alevlendiren film ise Into the Wild (Yabana Doğru) oluyor.
Üniversiteden mezun olduktan sonra Amerika’da şehirler arası seyahate başlayan berduş McCandless’ın tecrübelerinin yansıtıldığı Into the Wild, en sevdiğim filmlerin de başında geliyor. Filmi bana bu denli sevdiren ise ana karakterin film boyunca yaşadıklarıyla izleyiciye özgürlük duygusunu sorgulatması oluyor. İsteklerimizi gerçekleştirmediğimiz, hayallerimizin peşinden koşmadığımız bir dünyada özgür müyüz gerçekten? Film beni sorularla baş başa bırakmakla birlikte benim bu hayatta yaşamak isteyip de yaşayamadıklarımı tecrübe eden birilerinin var olduğunu göstererek de kendini sevdiriyor. Belki de birçoğumuzun heveslendiği ancak cesaret edemediği doğaya kaçışı konu alarak hayattaki önceliklerimi sorgulatıyor bana. Into the Wild, çoğu kişinin derinlerde hissettiği bu gitme isteğinin hayata geçirilebileceğini kanıtlarken bunun biraz cesaretle mümkün olabileceğini ve bu kaçışın geç kalmışlık duygusuyla engellenemeyeceğini vurguluyor, çünkü insanın içinde hayallerini gerçekleştirebilecek güç varsa hiçbir zaman geç değildir ve “Yalnızca çok uzağa gitme riskini göze alanlar, yaşamda nereye kadar gidebileceklerini öğrenebilirler.”
Zaman zaman hırçın denizlerle olan kavgamı bırakıp güvenli limanlara sığınma isteği uyanıyor içimde. Hayatın hızlı akışında çoğunlukla dinleyemediğim duygu ve düşüncelerime kulak kabartıyorum böyle zamanlarda. Her şeyi arkamda bırakıp yeni hayatlara yelken açma gibi kıyıda köşede kalmış hayallerimin yükselen seslerini dikkatle dinliyorum, çünkü hayatta olduğumu en çok yollardayken hissediyorum ve hayatı yaşamaya değer kılan ne varsa yollarda buluyorum. Bilinmezliğe doğru yürümenin, yeni yerler keşfetmenin, farklı kültürlerle ve insanlarla tanışmanın beni heyecanlandıran tarafı filmle birlikte canlanıyor. Bu noktada hayatımı değiştirmek için her zaman bir şansım daha olduğunu hatırlıyor ve şu an olduğumdan daha özgür olabileceğimi fark ediyorum. Kendi doğaya dönüş öykümü henüz yazamamış olsam da McCandless’ın öyküsü bana bu konuda cesaret veriyor. Belki bir gün ben de her şeyi göze alıp bu yola çıkabilir ve benliğimi bulma uğruna yollarda kaybolabilirim diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi.
Özgürlük yalnızca dört duvar arasına kısılıp kaldığımızda aklımıza gelen bir kavram olmamalı, çünkü özgürlük fiziksel bir kısıtlama demek değildir her zaman. Ümitsizliğe kapılıp da gerçekleştiremeyeceğimizi düşündüğümüz hayallerle istemediğimiz bir hayatı yaşayarak da özgürlüğü kendi ellerimizden alıyoruz bazen. Yaşayabileceğimiz başka hayatların da var olduğunu görmezden gelerek kendimizi sıradan bir hayata mahkûm edebiliyoruz. Oysa özgürlük düşüncelerle gelir, hayallerinin peşinden koştukça özgürdür insan. Yapamayacağını sandığı şeyleri yaparak ve kendi gücünün farkında olup istediği yolda yürümeye devam ederek zincirlerini kırabilir ancak. İşte Into the Wild bu noktada bana özgürlük kavramını sorgulatarak gerçek özgürlüğe hayallerimin peşinden koşmakla ulaşabileceğimi gösteriyor. Film aynı zamanda hayallerime giden yolda yürüyebilmemin ise yalnızca içimdeki gücü fark etmekle mümkün olduğunu vurguluyor, ne de olsa “Yaşamda asıl önemli olan ne kadar güçlü olduğun değil, kendini ne kadar güçlü hissettiğindir.” Eğer hayaller yollara düşüp kendini bulmaksa özgürlük ancak bu yolda kendi gücünün farkında olarak yürümekle bulunabilir.
Film bana mutluluğa ve özgürlüğe her zaman ulaşılabileceğini de düşündürtüyor aynı zamanda. İnsan, kendini karamsarlığa iten geç kalmışlık duygusundan sıyrılarak istediği yolda yürüyebilir, hayallerini gerçekleştirebilir ve özgür olabilir. O yollar sadece bizim yürümeye gönüllü olduğumuz yollarsa çiçeklenir çünkü, istemediğimiz bir hayatı yaşamak taşlarla dolu bir yolda çıplak ayakla yürürcesine acı verir bizlere. O çiçekli yollara dönmek için hiçbir zaman geç değil, yeter ki insan kendinde o hevesi bulabilsin ve hayallerinden vazgeçmesin, çünkü hayatın anlamı yalnızca hayallerinin peşinden koşan insanlar tarafından anlaşılabilir.
Into the Wild bana fiziksel olarak özgür olmamın gerçek özgürlük olmadığını fark ettiriyor. İsteklerimin peşinden koşmanın ve hayallerimi gerçekleştirme arzusuyla yola çıkmamın beni özgürlüğe ulaştıracağını filmle birlikte fark ediyorum. Benim için özgürlük tıpkı McCandless gibi yollara düşmekten geçiyor ve bunu gerçekleştirme arzusunun hep içimde yanacak olan bir ateş olduğunu biliyorum. Daha çok başında olduğum bu hayatta, hayallerimin iplerine sıkı sıkı sarıldığım sürece mutlu ve özgür olabileceğimi fark ediyorum, çünkü biliyorum: “Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır, bomboş sahillerdeki coşkudadır, insan elinin değmediği bir yerdedir, denizin diplerinde ve gürlemesindedir.”




Büyüdükçe Küçülen Hayaller


Babam ve OÄŸlum - Vikipedi

Gözyaşlarım yanaklarımdan süzülmüş, peçetelerse ellerimin arasında buruşmuşken sessizce oturmaya devam ediyorum. Ekranın üst kısmından kaymaya başlayan oyuncu ve yönetmen isimlerini buğulu gözlerle okumaya çalışırken filmin bitmesi bir kez daha içimi burkuyor. “İnsanlar büyüdükçe hayalleri küçülür mü, baba?” sözleri ise bana geçmişte kurduğum hayalleri sorgulatarak zihnimde yankılanmaya devam ediyor. Yıllar geçtikçe yaş pastamın üzerinde yanan mumlar artarken zamanın giderek küçülttüğü hayallerimle baş başa kaldığımı fark ediyorum.
Beni bu düşüncelere iten filmi daha önce defalarca izlemiş olmama rağmen televizyonda tesadüfen denk gelince kanalı değiştirmeye kıyamamış ve bir kez daha izlemiştim. Türk sineması için bir başyapıt olduğunu düşündüğüm Babam ve Oğlum, benim için Çağan Irmak’ın da en iyi filmi aynı zamanda. Bu filmi birçok kez izlemiş olmama rağmen hep aynı sahnelerde içim burkulur, gözyaşlarımı tutamam. Buna rağmen her izleyişimde bana farklı duygular yaşatır, farklı şeyler düşündürür. Değişen duygularımı yıllar içinde değişen düşüncelerime ve hayatımın girdiği farklı yollara bağlarım. Babam ve Oğlum bu defaki izleyişimde ise yıllar geçtikçe kendimden ödün vererek çok daha basite indirgediğim hayallerimi fark ettirdi bana.
Hayatım şu an olduğunu sandığım gibi zor değildi her zaman. Her istediğime ulaşabileceğimi sandığım dünyam, olabildiğince uzaklara erişen hayallerimle doluydu. İmkânsızı düşlerdim, bunları gerçekleştirecek gücüm olup olmadığını sorgulamadan. Şimdi fark ediyorum sorgulamaya başladığımda aslında hiçbir şeye gücümün kalmadığını, her hayalime geç kalmışlık hissiyle koştuğumu, kendime bile itiraf edemesem de ne kadar isteksiz olduğumu görüyorum. Hayatın bana öğrettikleriyle devam ediyorum yoluma; ben değişiyorum, yol arkadaşlarım değişiyor, bazılarının gidişini izlerken canım yanıyor, bazen düşüyorum yolda ve hiç kalkmak istemiyorum ama bir şekilde devam ediyorum yürümeye. Her düşüşümde hayallerim birer birer eksiliyor, kalbimden parçaları da beraberinde götürüyor belki ama akıllanıyorum. Yol ayrımlarında mantığımın sesini dinliyorum ancak kalbimin etkisi azaldıkça hayallerimden de uzaklaştığımı fark ediyorum. Belki hayat denen yolda yürüdüğüm kilometreler artıyor ama o kilometreler benimle hayallerimin arasına da giriyor. Kendimi bulduğumu sandığım yollarda yürürken beni ben yapan hayallerimden uzaklaşarak kayboluyorum aslında.
Çetin Tekindor’un usta oyunculuğu ve Ege Tanman’ın çocuksu masumiyeti beni derinden etkiliyor her izleyişimde. Bu filmle birlikte hayatın herkese farklı yollar çizdiğini fark ediyor ve benim yollarımın nereye çizildiğini merak ediyorum. Bu noktada hayatın beni pişman etmemesini diliyorum, bu hayatta korktuğum şeylerden biri de pişmanlık çünkü. Bazı hayallerimin peşinden koşmayı bıraktığım için ileride pişman olmamayı diliyorum. Yerine gelen çok daha basit hayallerimin beni daha doğru yollara sokmasını, bu yollarda bana eşlik edecek daha doğru insanlarla tanışmayı diliyorum. Bir daha alevlenmeyecek olan hayallerimin közlerinde yolumu kaybetmekten korkuyorum. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda hayallerimin peşinden koştuğum için pişman olmamayı, yollar beni hayallerimi takip ettiğim için zorlasa da geçmişimin koca bir pişmanlığa dönüşmemesini diliyorum. Büyüyorum ve hayallerim küçülse de ben hala onların ışık tuttuğu yoldan gidiyorum, onları takip ediyorum çünkü hangi yoldan gitmem gerektiğini sadece hayallerimin bildiğinin farkındayım artık.
Babam ve Oğlum hayatın sandığımızdan da kısa olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bana. “Hayat devam edecek, birileri yeni kitaplar yazacak okuyamayacaksın, yeni filmler çekilecek izleyemeyeceksin, sevdiğin bir şarkıyı bir daha dinlemek isterken dinleyemeyeceksin.” Bu noktada bugünün önemini daha iyi anlıyorum, hayatın yarına bırakılamayacak kadar kısa oluşu beni kaygılandırsa da anı yaşamanın hayatı yaşamak olduğunun da yeni yeni farkına varıyorum. Vaktim varken hayallerimin izinden gitmem gerektiğini görüyorum, zaman geçtikten sonra ardında pişmanlıklar dolu bir ben bırakırsa yarın için yaşamanın bir önemi kalır mı?  Hayat yalnızca bugünü yaşadığında değerli ve anlamlı. Oysa düne ve yarına ait olan kaygılarım beni yürüdüğüm yoldan uzaklaştırıyor. Nefes aldığım her anın kıymetini bilerek yaşamak hayatın en büyük öğretisi bana. Bu nedenle hayallerimin küçülmesinin bir önemi yok aslında. Ben hayatta oldukça, yaşamaya değer bir şeyleri hep hayatımda buldukça bu dünya dönmeye devam edecek olanca hızıyla. Hızına yetişmek için adımlarımı hızlandıracağım, koşacağım arkasından yetişemeyeceğimi bilerek. Ziyanı yok, hayallerim küçük olsa da onlar kalbimi ipler misali hayatıma bağlıyor ve beni devam etmeye sürüklüyor. Zaman zaman yorgunluklarımı unutturup yola devam etmemi sağlayacak gücü hayallerimde buluyorum, yol arkadaşlarımı kaybetmenin üzüntüsünü onların desteğiyle aşıyorum, yere düştüğümde gözüm onlardan başka bir şeyi görmediği için ayağa kalkabiliyorum. Yalnız olduğumu bildiğim bu yolda adımlarım hep hayallerimin izini takip edecek, düşlerim basitleşecek, ben yorulacağım belki ama yürümeyi hiçbir zaman bırakmayacağım.
Şu kısacık hayatta insanı yaşama bağlayan gerekçeleri olmalı insanın. Babam ve Oğlum tam da kendimi umutsuz hissettiğim anlardan birinde bana bunu hatırlatıyor yeniden. Hayatın koşuşturmacasına öyle kaptırıyorum ki kendimi bazen, yaşadığım her saniyenin bir önemi olduğu aklımdan silinip gidiyor. O koşuşturmacalar ki bana hayallerimi dahi unutturuyor, yorgunluklarımı bahane ettiriyor da istediklerimden düşünmeden vazgeçiyorum. Haliyle zaman geçtikçe basitleşiyor o hayallerim ben yola devam ederken. Ne zaman biteceği belli olmayan şu ömrümde küçük de olsa hayallerime sığınıyorum bu yüzden. Neden şimdi daha iyi anlıyorum, eğer ruhum şarkı söylerse belki hayat bir gün beni de dansa kaldırır.

  • Irmak, Ç. (Yönetmen). Tekindor, Ç., & Kuşkan, F. (Oyuncu). (2005). Babam ve Oğlum [Sinema Filmi]. Avşar Film.
                                      

Benliğime Çıkan Yollar


Yolda , Jack Kerouac - Fiyatı & Satın Al | idefix D&R - Kültür Sanat ve EÄŸlence Dünyası

Elimdeki kitabın kapağını yavaşça kapatırken aklım yıllar önce okumuş olduğum başka bir eserin sevdiğim sözlerine gidiyor: “Gökyüzü geniş, hayat kısa, hayaller sonsuzken yol özgürlüktü.” (Kerouac, 2017). Sonsuz ihtimallerle dolu olan yol, hızla giden bir arabanın dikiz aynasına yansırken yaşadıklarımı ve hayattaki yol ayrımlarını hatırlatır bana. Yaşamın bir anlamı olduğuna inanan ben, en çok da yoldayken bu anlamı bulmaya yakın olduğumu düşünürüm. Bir otobüsün puslu camından yıldızları seyrederken, gecenin en karanlık anına bir uçakta şahit olurken, gün batımı kızıllığının sonsuz deniz maviliğiyle buluşmasını bir vapurun güvertesinden izlerken, yağmur damlalarının tren raylarına usulca düşüşünü seyrederken, çoğunlukla da dümdüz asfaltın üzerinde hızla giden arabalarda çalan şarkılara eşlik ederken hayatın yaşamaya değer olduğunu hissederim. İşte yıllar önce okuduğum bir kitabı aklıma düşüren de beni yatağımdan dahi kaldırmadan yoldaymışım gibi hissettirebilen de Paulo Coelho’nun usta kaleminden çıkmış Hippi adlı eseri oldu.
Yazar, 1970’li yılları kasıp kavuran hippi akımını gerçekçi bir şekilde aktarmış ve eserini etkileyici betimlemelerle zenginleştirerek dönemin özgür ruhunu yansıtmış bu kitapta. Belki de bu nedenle Coelho, beni yerimden bile kaldırmadan farklı şehirleri ve kültürleri tanımamı, dönemin hippi akımına uyarak benliğimi bulmak için seyahat ettiğimi düşünmemi sağladı. Yolda nelerle karşılaşacağını bilmemenin verdiği belirsizlik ve bu belirsizliğin beraberinde getirdiği özgürlük duygusu, sayfaları çevirdikçe içime işlerken saçlarım rüzgarla savrulmuş gibi oluyorum. Bilinmezliklerle dolu bir yola çıkmanın, hiçbir zaman ters gitmeyecek tek plan olan plansızlığın, bu plansızlığın önderliğinde yeni yerler keşfetmenin, bir daha göremeyeceğini bildiğin inanlarla tanışmanın, kimliksizler arasında dolaşırken kimliğini bulmaya çalışmanın yaşamak olduğunu ve yaşamın bekletmeye gelmediğini bu kitapla fark ediyorum.
Yaşam sadece yolda olanlar için var, onu yakalamaya çalışırken “Bugün hayatının geri kalanının ilk günü” (Coelho, 2018, s. 81) düşüncesiyle hızlı yaşayanlar için, dünyanın hızına yetişmek amacıyla ardından koşanlar ve yetişemeyeceğini bildiği halde asla kovalamayı bırakmayanlar için. Hem zaten ruhlarındaki coşkuyu bedenlerine sığdıramayanların kendilerini şu küçücük dünyaya sığdırmaları nasıl beklenebilirdi ki? Yollarda olmaktan ve yolun içinde barındırdığı tüm ihtimalleri göze almış olmaktan başka çare var mıydı onlar için? İşte bu noktada kitabı daha iyi anlıyorum: kendilerini bulmaya çalışanların öyküsünde kendimi buluyorum, onlar kadar cesur olamasam da.
Coelho’nun hippi arkadaşların serüvenini konu edindiği bu kitap, bende yollara düşme isteği uyandırıyor. Bazen her şeyi geride bırakıp arkama bile bakmadan gitmek, geçmişime dair her ayrıntıyı tozlu raflara kaldırarak unutmak ve kimsenin beni tanımadığı yerlerde her gün yeni başlangıçlar yapmak istiyorum. Bazen geçmişle, şimdiyle ve gelecekle yüzleşmek zor geliyor, tükendiğimi hissederek daha çok uzaklaşma ihtiyacı hissediyorum. Bazen ne yapacağımı bilemiyor, her şeyi bırakıp gidemeyecek kadar yorgun ve korkak olduğumu fark ediyorum. Hayat işte, bazen beni öyle noktalara sürüklüyor ki tek başıma yola çıkmanın mı hiçbir şey yapmadan yoldan geçenleri izlemenin mi daha zor olduğunu kestiremiyorum.
Biliyorum ki geçmişi unutmak yalnızca yoldayken mümkün; harekete odaklanarak, geriye dönüp bakmayarak, çünkü zaten o yoldan çoktan geçip gitmiş olmanın bilincinde olarak ilerleyebilir insan. Böyleleri için yoldayken ölüm yok, dert yok, düşünmek yoktur, sadece önünde kilometrelerce uzanan bir boşluk ve yüreklerindeki coşkuyu yollara dökmenin heyecanı vardır. İşte o heyecanı yaşama isteği nefes almaktan bunaldığım zamanlarda yakamı bırakmıyor, yolların unutturucu gücünü hissetmek, yeni yerlerin havasını solumak istiyorum. Bir bavula bile ihtiyaç duymadan yollara düşme isteği yükseliyor içimde, geçmişten geleceğe birkaç parça eşya bile taşımadan.
Yolların iyileştirici gücüne inanıyorum; yollar, insana verilmiş en büyük hediye olan unutma yeteneğini keşfetme merakıyla harmanlayarak kendini bulma fırsatını veriyor çünkü. Yolda olmanın her ne kadar insana iyi gelen bir yanı olsa da her şeyin insanın kafasında bittiğini fark ediyorum. Yola çıkmak bir şeyleri unutmak için bir araç yahut bir bahane olabilir ancak insan dünyanın öteki ucuna da gitse, bir santim bile ilerlemiş olmayabilir bazen. Aklı, kalbi, ruhu başka yerlerde kalmışken bedenin ilerlemesi gitmek demek midir her zaman? Böyle bir durumda yollar insanın kendini bulması için bir araç olmuş mudur ki? Yaşamın anlamını yollarda ararken insan kendi içinde de kaybolabilir, düşünceleri onu boğarken ilerleyemez ki insan. Bu nedenle dünyanın öteki ucuna da gitsem aynı aklı ve kalbi taşıdığımı, beni kaçıp gitmeye iten bütün duygu ve düşüncelerimden sıyrılmadığım sürece yerimde sayacağımı fark ediyorum. Düşünceler ve duygular geride bırakılmıyorsa yollarda kendini aramanın bir anlamı yok bence çünkü bulacağım tek şey yine eski ben olacak.
Neden sonra gözüm altını çizdiğim cümlelerden birine takılıyor: “Katillerin en kötüsü, yaşam sevincimizi öldürendir.” (Coelho, s. 64) Yaşam sevincini öldürme suçunu hep dünyaya ve yaşadığımız hayata atsak da tek katilin insanın kendisi olduğunu düşünüyorum. Yaşama sevincini sadece insanın kendisi öldürüp diriltebilir, yollar ise bu noktada umudu yeşertmek için bir araçtır ve insan yollarda kendini bulmaya çalışırken yeniden doğabilir. Hayatın bir yol olduğunu, bu yolun yalnızca yollardayken yaşamaya değer olduğunu bu kitapla fark ediyorum ve diliyorum ki bir gün ben de bu yollarda adım atmadan da yürüyebilir, bakmadan da görebilir ve kanatsız da uçabilirim. (Coelho, 2018).

17 Haziran 2020 Çarşamba

Rüzgârda Savrulan Ezgiler


Rüzgarın Şarkısını Dinle , Haruki Murakami - Fiyatı & Satın Al ...

Sayfalarını çevirdikçe hem kendimi kaybettiğim hem de kendimi bulduğum bir kitabın sonuna geldiğimde içime burukluk hissi yerleşiyor. Yazarın pamuk iplikleriyle bağlanmış karmaşık düşünceleri arasında zaman zaman yolumu kaybetsem de kitaptaki karakterlerin her birinde içimden bir parça buluyorum. Hayatın akışına kapılıp gitmiş olan insanların öykülerini paylaşan yazar, aynı zamanda onların sürekli olarak değişen düşüncelerini de yansıtıyor okuyucuya. Sahiden de öyle değil mi, bu hayatın durmak bilmeyen akışında sürüklenip giderken her an farklı şeyler dönmüyor mu kafamızda? Sürekli değişen düşünceler arasında savrulurken yaşadığımızı ve hayatı yaşamaya değer kılan şeyleri unutuyoruz bazen. İşte hayat rüzgârına kapılıp gitmişken boğulduğum düşünce denizlerini bana hatırlatan ve yolumu bulabilmem için hayatın benim için söylediği şarkıya kulak kesilmemi öğütleyen Haruki Murakami’nin Rüzgârın Şarkısını Dinle adlı kitabı oldu.
Yazarın anlık bir kararla oluşturmaya başladığı bu eser, yazıldıktan yıllar sonra basılmış. Kitabın belirli bir konusunun olmaması ise olayların nerede, ne zaman ve nasıl başladığını belirtmeden yaratılan belirsiz bir atmosferle sağlanmış. Raflarda yerini almaya başladığı andan itibaren oldukça merak ettiğim bu kitapta, Murakami diğer yazarlardan farklı olan üslubuyla ve yalın diliyle beni bilinmezliğe doğru sürüklerken bir kitap nasıl hem bu kadar hayatın içinden hem de dışından olabilir diye sorguluyorum. Bu noktada yazarın hayatın karmaşık döngüsüne dikkat çekmeye çalıştığını ve okuyucuyu gelecekte ne olacağına takılmaktan çok anı yaşamaya yönlendirmek istediğini düşünüyorum.  
Kitabın düzenli bir olay örgüsünün ve belirli bir sonunun olmayışı hayatın rüzgârıyla herkesi farklı yerlere savurmasını yansıtıyor adeta. Kendimi kaptırmış olduğum bu karmaşada hayallerim ve hayatın bana sundukları arasındaki koca boşlukları fark ediyorum, ben kendi planlarımı yapmışken hayatın beni sürüklediği noktalarda duraksıyor ve düşüncelerimle gerçek hayat arasındaki çatışmaya şahit oluyorum. Hayat rüzgârı belirsizlik şarkıları söylerken yaşamımı daha karmaşık kılıyor, ben düzensiz olay örgülerinin içinde kaybolmamaya çalışırken rüzgârsa yaşamı değerli kılan ve belirsizlik içinde devam etmemi sağlayan duyguları hatırlatıyor bana. Bu belirsizlik içinde belirli bir son arayışında olmanın ve bu kaygılarla anı yaşayamamanın hayatın heyecanını kaçırdığını fark ediyorum, tıpkı bu kitapta olduğu gibi.
Murakami yirmili yaşlardaki bir gencin hayat serüvenini konu alırken yılların asfalta düşen yaz yağmuru misali sessizce geçip gitmesini de vurguluyor. Kum saatinde yavaşça süzülen kum tanelerinin değeri bilinmiyor çoğu zaman, artık her şeyin sonuna gelindiğinde ve saati ters çevirme şansının olmadığını fark edince o tanelerin önemi daha iyi anlaşılıyor. Hayat da tıpkı o kum taneleri gibi önemsiz gözüken anlardan ibaret ve o anlar süzülüp giderken yaratmış olduğu kaygı, insanın göğsüne geç kalmışlık hissi yerleştiriyor. “Her saat başı yaşlandığımı hissediyorum” (Murakami, 2018, s. 64) ve bunun doğru oluşu beni anı yaşamaktan alıkoyuyor. Kum tanelerinin süzülüşünü engellemek için elimden bir şey gelmeyişi kaygılandırıyor beni. Bu noktada yazarın da benimle aynı kaygıları taşıdığını fark ediyorum, gençken ve daha önünde uzun yılların beklediğini düşünürken yaşlanma fikrinin kulağa ne kadar korkunç geldiğini düşünüyorum. Yüzleşmesi zor olan gerçeklerden biri de bu; günler geçmek bilmezken yılların geçip gitmesi, zaman kum misali ellerimden akarken anı yaşayamamış olmanın ardında bıraktığı izlerle baş başa kalmak belki de.
Belirsizliklerin arasında sürüklenip giderken düşünce çıkmazlarına giriyorum zaman zaman. Sona giden yolda her an farklı düşünceler kafamda dolanıyor, hayatın belirsiz oluşu beni daha da çok düşündürüyor, çok düşünmekse hayatımı daha belirsiz hale getiriyor. Ben bu karmaşa arasında mekik dokurken bazen takılı kalıyorum bazı düşüncelere, bazen bir daha hatırlamamak üzere onları unutmak istiyorum onları. Hayatı yorucu kılan da bu; her saniye farklı düşüncelere kapılıp gitmek, düşünce denizinde sürüklenmek, hatta bazen boğulmak. Murakami’nin “Bir sürü şeyi düşünerek elli yıl geçirmek hiçbir şey düşünmeden geçen beş bin yıldan çok daha yorucu” (Murakami, 2018, s. 19) sözlerini hatırlıyorum, hayatı aslında yorucu kılanın kendim olduğum gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalıyorum. Hayatın bana öğretmeye çalıştığı şey belirsizliklere karşı koymak için düşünce denizlerinde çırpınmak değil de belirsizliklerle beraber sürüklenip giderken anı yaşamak ve yaşadığın her saniyeden keyif almak belki de.
Kitabın kapağını kapatırken hayatı bu denli yalın bir şekilde yansıtan yazara tekrar hayran kalıyorum. Sürekli değişen düşünceler arasında yolumu bulmaya çalışırken ve boğulmamak için bazı düşüncelerden kaçarken bu kitaba sığınıyorum. Hayatın keşmekeşi arasında kaybolmamaya çalışan tek kişi olmadığı bilmek beni rahatlatmakla birlikte yaşamdaki bazı olguları da yeniden sorgulatıyor bana. Fazla düşünmenin getirdiği kaygılarımdan sıyrılarak ana odaklanmaya çalışıyorum. Murakami’nin yalnızlık, aşk, kaybediş ve arayış çemberini yansıttığı bu kitap, birçoğumuzun hayat çemberinde yer alan olguları konu edinerek ruhumdan parçalar bulmamı sağlıyor aynı zamanda. Hayat da tıpkı bu kitap gibi değil mi? Sürekli bir şeyleri kaybettiğimiz, bazen bu kayıplara üzüldüğümüz, bazense sevindiğimiz olaylar çemberi. Çoğu zaman bir şeylerin arayışında olduğumuz, neyimiz eksikse ve neyi zamanında yaşayamamışsak onun peşinden koştuğumuz bir arayış serüveni. Bu arayış içinde yürüyüp giderken belirsizlikler ve düşünceler arasında kaybolmamayı diliyorum. Yaşadığım anı yaşamaya değer kılmaya çalışıyorum, hayatın benim için söylediği şarkıya kulak kesiliyorum. Hayat bu işte, bizleri belirsizliklere sürükleyen bir rüzgârda savruluyoruz, düşmemek için rüzgârın şarkısını dinlemek gerek.





15 Haziran 2020 Pazartesi

Dönüp Duran Bir Plak


“Aşk tesadüfleri sever, kader ayrılıkları…” Gözlerimi reklam panosundan ayırdığım anda bu eski şarkının sözleri melodisiyle birlikte kulaklarımda çınlamaya başlıyor. Şarkıdan çok hafızamda canlandırdıkları burnumun direğini sızlatırken gözlerimin önüne tül bir perde inmişçesine etrafı buğulu görmeye başlıyorum. Dolan gözlerimi suçlayarak bunun film afişinin bana hatırlattıklarından değil de Ankara’nın dondurucu soğuğundan olduğuna kendimi inandırmaya çalışarak yürümeye devam ediyorum.
“Yıllar geçmeyi sever, insan aramayı…” Yıllar önce sinema salonundan filmin oldukça dramatik bitişinden etkilenmiş bir şekilde kızarmış gözlerle çıkarken de aynı düşünceler ve şarkı sözleri aklımda dolanıyordu. Her ne kadar hayatı zaman zaman basite indirgemeye çalışsak da hayat aslında oldukça karmaşık ve tesadüflerle dolu. Birbirine dolanan ipler misali hepimiz birilerinin hayatlarına dokunuyoruz, bazen o hayatların merkezi oluyor, bazen o tanıdık hayatların dışına itiliyor, bazense o yabancı hayatları teğet geçiyoruz. İşte o tesadüflerle kesişen hayatların romantik öykülerinden bir tanesi olan Aşk Tesadüfleri Sever eserini, devam filminin vizyonda olduğunu haber veren afişle birlikte hatırlıyorum.
“Güller açmayı sever, zaman soldurmayı…” Zihnimin bir bölümü filmin beni en çok duygulandıran şarkısını söylemeye devam ederken bir kısmı ise bana filmin detaylarını yavaş yavaş hatırlatmaya başlıyor. Ömer Faruk Sorak’ın başarılı yönetmenliğinin Mehmet Günsür ve Belçim Bilgin Erdoğan’ın etkileyici oyunculuklarıyla buluştuğu bu filmi, yıllar önce yer yer dolu gözlerle yer yer buruk bir gülümsemeyle izlemiştim. Beni kelebek etkisinin varlığına inandıran bu film, tesadüf diye geçip gittiğimiz ufak detayların hayatımızı ne denli etkileyebileceğinin, hatta tümüyle değiştirebileceğinin bir kanıtı niteliğinde.
“Eller birleşmeyi sever, yollar ayrılmayı…” Kafamda tıpkı bir plak gibi dönüp duran bu şarkı, kolay gözükmesine rağmen bazı şeylerin imkânsız oluşunu yeniden hatırlatıyor bana. Her ne kadar uzanırsak uzanalım tutamayacağımız eller, her ne kadar çabalarsak çabalayalım birleştiremeyeceğimiz yollar… Bu imkânsızlıkların farkına vardıkça hayatın göründüğü kadar kolay olmadığını, bazı şeylerin sadece tesadüflerle açıklanabildiğini düşünüyorum. Bazen hiçbir çabamın beni bir sonuca ulaştırmadığını, bazense çabalamadan gelen tesadüflerin beni beklediğimden daha iyi bir yola soktuğunu tecrübe ettikçe tesadüflerin güzelliğine inanmak istiyorum.
“Herkes geçmişi öder, bir yol ayrımında…” Şarkı sözlerinin vuruculuğu film sahneleriyle etkileyici bir biçimde buluşmuş olacak ki neden hep şimdiye odaklandığımızı, neden hep geçmişi geride bıraktığımızı hâlâ sorguluyorum. Şimdiyi yaratan geçmişin aynı zamanda geleceği de etkileyeceğini bilmemize rağmen hayatın zorlukları altında ezildikçe, yaşadıklarımıza anlam veremedikçe, olayların altındaki anlamları görmezden geldikçe basite indirgemiyor muyuz bu hayatı? Her şeyin bulunduğumuz andan ibaret olduğunu düşünerek hayata haksızlık etmiyor muyuz? Elbette hepimiz başrolleri olduğumuz yaşamlarımızın bir anlamı olduğuna inanmak istiyoruz ancak zaten zor olan hayatlarımızı düşünerek daha da zorlaştırmak istemiyor, birçok şeye tesadüf deyip geçiyoruz. Şimdiyi yaratan ise geçmişte tesadüf diye geçiştirilen şey belki de. Amazon’da kanat çırparak Amerika’da kasırgalara yol açan minik bir kelebek gibi.
“Başlamak istersen yeni bir hayata, gölgeni yedek bırak ardında…” Sahi hepimiz hayatımızın bir noktasında her şeye yeniden başlamayı istemiyor muyuz? Bu defa hata yapmadan, üzülmeden devam etmek istemiyor muyuz hep? Yeni açacağımız sayfaları mutlulukla doldurmak, tesadüflerin güzelliğine inanmak, mucizelerin varlığını hissetmek istiyoruz, gölgemizin, geçmişimizin bizi yeni sayfalarda da takip edeceğini bilmeden. Geçmişi tamamen silmek yerine hatalarla barışık olmanın, her tesadüfün mutlulukla sonuçlanmayacağını bilmenin insanı daha cesur kıldığını fark edemiyoruz. Geçmişi görmezden gelerek yaşamanın korkakça olduğunu ise bu filmden yıllar sonra öğreniyorum. Hayatın bir filmden öğrenilemeyeceğinin, sadece yaşam denilen yola ışık tutabileceğinin bilincindeyim artık. Bu yolda her ne kadar düşsem de her defasında tek başıma kalkacağımı biliyor, gölgemin geçmişim gibi hem beni takip etmesine hem de beni yönlendirmesine izin veriyorum. Zaten kim gölgesini sonsuza dek yok sayabilir ki?
“Hayat tekrarları sever, yeniden başlamayı…” Şarkının bu kısmında duraksayan aklım, hayatımı kimin yönlendirdiğini sorgulatıyor bana. Hayat, ancak başkalarının yaşamlarının bir parçası haline geldiğimizde yaşanabilir oluyor, küçük de olsa başkalarının öykülerinde bir iz bıkabilme arzusu hayata bağlıyor bizleri. Tıpkı dönüp duran bir plak gibi hayat bu arzuyla geçip gidiyor, yürüdüğümüz yollar bazen tesadüflerle çiçekleniyor, bazen tesadüfler bizi yerlere düşürüp dizlerimizi parçalıyor da gölgemizden destek alıp ayağa kalkmayı biliyoruz, bazen tesadüfler hayatımızın aşkını çıkarıyor yola, bazense tesadüfler geçmişteki çabalarımızın sonuçsuz kalmasına şükrettiriyor bizleri.
“Kuşlar dalları sever, kanatlarsa uçmayı…” Şarkının sonunu yavaş yavaş mırıldanmaya başladığımı fark ediyorum. Bana bu eski şarkıyı hatırlatan Aşk Tesadüfleri Sever filmine gidiyor aklım yeniden, hayata bakış açımın bu filmle şekillendiğini düşünüyorum. Düşüncelerim aklımdan taşarak yüzüme buruk bir gülümseme yerleştiriyor ben adımlarımı hızlandırırken. Hayat bu işte, dönüp duran bir plak, tesadüflerle dolu bir yol, kendini tekrar eden bir çember… Ben ise dönüp durduğum bu plakta gerçek aşkın varlığına, tesadüflerin güzelliğine ve insan hayatının aslında hiç fark etmediğimiz kadar değerli olduğuna inanmak isteyen şarkı sözlerinden ibaretim.
  • Gürses, Müslüm. Aşk Tesadüfleri Sever. 2006. Pasaj Müzik.
  • Sorak, Ö. F. (Yönetmen). Günsür, M., & Erdoğan, B. B. (Oyuncu). (2011). Aşk Tesadüfleri Sever [Sinema Filmi]. Böcek Yapım. 



Yolların Özgürlük Çağrısı